26 Ağustos 2016 Cuma

Başkaları Çizdi, Biz İse Oynadık


Bir çoğu işe gidiyor, para kazanmak için. Para ile yaşamlarını sürdürme çabasında her biri. Kimisi lüks bir hayat sürdürme çabasında, kimi yoksul hayatının devamlılığını sağlamak için çabalıyor, çalışıyor. 

Kazancın çok, harcayacak, hayatın güzelliklerini görecek zamanın yok. Bu parayı yönetmekten uzak, paranın yönettiği insanlar bunlar. Kimilerininse para denilen lanet şeye az buz sahip, harcayacak zamanı ya da parası az. Madur her biri, oynanan büyük oyunun maduru. Aslına bakarsan ikisi de bu iğrençliğin maduru.

Özümüz beton yığınları içinde mi? Betondan, camdan plazalarda şık giyimli, yüksek topuklu kadınlar, takım elbiseli adamlar mıyız? 
Betondan hapishane bunlar. Dört duvar arasında, otobüslerde yer bulma derdine düşen aciz insanlar. Bu devletler, sistemler, beton yığınları kurulmadan önce insanlar neler yapmışlar yaşamak için ? Nasıl barındılar, ne yediler ? 


Elbette kendileri yaptılar, barınaklarını, yiyecekleri yemekleri. Kimi ağaçtan evler yaptı, kimi topraktan, kimiyse buzdan. Ancak her biri kendisi yaptı. Fiziki uygunlukta olanları yaptı barınacak yerleri, ve yine beslenmeleri için yiyecekleri fiziken uygun olanlar buldu getirdi yiğecekler,ni. Avcı, toplayıcı diyebiliriz buna.  En küçüğünden en büyüğüne her birinin bir görevi vardı. Oluşmuş bir halkalar zinciri vardı. Halkalardan biri zarar görse, kırılsa bütünüyle bozuluyordu. Böylelikle sosyalleşme oluştu, güzel bir bağ idi bu.  Zincir kırılmasın, işler aksamasın diye oluşmuş bir bağ. Bu bağ sonraları değişti. Yalnız çıkardan değil bir müddet sonra emek ile gelişen gerçek sevgiler oluştu. Ah bir dakika, galiba ben aşık oldumlar değildi bu. Çok kıymetli bir haz bu, doğadan gelenin, doğanın sana hediye ettiğini alıp fazlasını aramamak. Yalnız gerekeni al ve kalanı doğaya bırak. Didgeridoo gibi... Bu bir enstrümandı bu ve çal bırak şeklinde yıllarca kabilelerin yaptığı müzik. Çünkü doğaya ait olanı doğadan kopartmak- eğer gerekli değilse- yanlıştı o doğanındı. Doğanın parçası  olarak bunu yapmak doğrusu idi. Doğa sana sonsuz güzellikler verir, ama sen onun fazlasını ister ve alırsan, kalmayacak. Sonralarında kendi yavrularına ve onun yavrularına... Bizler lanetliyiz, küreselleşme dediğimiz lanetten başka bir karanlık değil.

Sistemler, insanoğlu kendi dünyasından sıyırıyor bizleri. Bir Enfeksiyon gibi içimizi kokutan başkalarının çizip bizlerin oynadığı oyunları yaşıyoruz..

23 Ağustos 2016 Salı


Söyleyemediğim...


Ne zaman içten gelen sözlerim olsa, oraya kilitledim onları. Konuşamıyorum demek değil bu, salt 'içimden gelen' duygularımı..
En hassas noktalarsa, ağlamaktan korktuğumdan. Öfkemse, saklayamadığım el titremelerimden. Utandığım el titremelerimden. Korkmaksa, korkmaktan korktuğumdan. 

Vedalardan kaçtım hep, ya çok erken vedalardı bunlar, ya çokça geç kalınmış vedalar. Erken gelen vedalar, bitmemiş planlar, planlanmamış hayaller, hayal edilmemiş yarınlar.  Buruk bir sarılma, çok uzatmamak en iyisi. O an patlamasın diye kısa tutulan sarılmalar. Çok uzatmamak en iyisi, patlamasın diye toprağın altında sıkışmış lavlar. Hoşçakal sözcüğünün bile dilinden dökülemediği o an, gözlerin kaçışır.Gözlerinin bakacağı yönü bulamazsın. Sonunda yukarı, gökyüzüne bakmakta karar kılarsın. Göz kapaklarının altında biriken yaşlar akmasın diye seçtiğin yoldur. Engin maviye.. Zordur, ama olması gerekir vedalar. Hayat bu; kimi ne zaman nereye isterse oraya götürür işte. Koparır kimi zaman..

Çokça ertelenmiş vedalar, seni tutan bir pranga gibidir ertelenen vedalar. İçinde biriken devasa çöp yığınları. Kokuşmuş, paslanmış, küf tutmuş. Ve asla temizlenmeyecektir. Ne varsa çöplüğünde bitmeyecek. Asla atamayacaksın hepsini içinden. Bırak orada, sıkıştır içine, kapat kapılarını. Kokuşmaya devam etsin. Korkuların, nefretlerin, öfkelerin... Her biri bir gün dağ olupta binecek sırtına. Taşımak için bu defa daha güçlü olmalısın. Ama bir gün yine altında kalacaksın, toparlanıp yeniden sırtladığındaysa kırılmış kemiklerini, yaralarını iyileştireceksin.
İyileştiğinde demelisin ki; 
Saklama, kapatma kapılarını. Ne varsa istediğin, bekletme. Öfkelisin. Ellerin zangır zangır titreyecek. Öfkeni belli et. Salt öfkeni, duygularını.. Asla kötü söz söyleme karşındaki cansız bile olsa. En güzeli sevgi, sevdiğini söyle. Hemde sevgini hissettiğin her an yap bunu. Bir sokak kedisine 'seni seviyorum' de. Bıkmadan usanmadan, doğanın eline, bir ağacın dalına, 'seni seviyorum, seni çok seviyorum' de. Sevdiğin her ne varsa, geç kalmadan.. Geç kalıp döndüğünde yıpranmış tozlanmış bir sevgi bulacaksın. Sen dursan da oracıkta dünya değişecektir, havanın içindeki su zerrecikleri akıyor. Geri döndüğünde aynını bulamayacaksın. Sen de öylece oracıkta kalamayacaksın. Sen ve için aynı kalmayacak. 

Artık söyle, yaşadığın tam da o an söyle. Yok olmaya bu kadar yakınken söyle onlara..


21 Ağustos 2016 Pazar

Bir ağmağa, bir değnek, bir bez parçası ve bir çiçekli şalvar


Hüzün insanı alıp yerle bir ettiğinde bazen en iyi çare başkasının acısına takılıp onu düşünmektir. En acı veren yolculuklarımdan birindeyim ne ilk, ne son acı veren yolculuk bu. En kuytuda ufak oturağı seçmişim, saklanıp kendi kendime acımı hissedeyim diye. Bir anne ve bir oğul gibi görünen iki insan daha binerken gözüme takılıyor. Oğlan ağmağa, otuzlarında, anne topal değilse de aksak, kilolu ve değneği var. Öylesine yoksullar ki gecenin saat onu, hava buz ve üstlerinde yalnızca hırka ve ceket... Anne bencilce davranıp atılıyor, ağmağa oğlu arkasında kalıyor. Anne, oğluna el uzatıp da otobüsün bir kaç basamak ile ulaşılan oturaklarına yöneltmiyor bile. 'Merdiveni çık, otur! diyor. 'Görüyor mu da çıksın' diyorum içimden. Ben dahil bir kaç yolcu aynı eksikliği görmüş olmalı ki hep bir elden el uzatıyoruz ağmağa gence. Üç basamak çıkıyor tökezleyecek gibiyken genç, sesleniyorum, -annesine olan öfkemi saklayamayan bir ses tonuyla- 'bir basamak daha var ' o bir basamağı daha tırmanıp atıyor kendini. Yola devam ediyoruz bense bakmak istemiyorum gözleri yok biliyorum ama bakışların hissedilebildiğini biliyorum, tuhaf bir şekilde.. Ama bir yandan annesinin vurdumduymazlığı beni sinirlendiriyor, bir yandan da otuzlarına gelmiş bir oğlan büyütmüş hemde sıradan değil, yoksulluk içinde bir çiçekli şalvarı, bir hırkası ve başındaki eşarp bile olmayan yeşil ama hafif kirli bir bez parçası. Ardından kadının yaşadığı zorlukları tahayyül etmeye çalışıyorum. Böylece 10-12 durak gittiler. Bense onları izleyip hayatlarını, çehrelerindeki hüzünlü çizgilerinde, kaçamak bakışlarımla görmeye çalıştım. Bunca duraktır dönüp de bir kelime etmedi kadın. Diyorum ki kendi kendime cesaretimi toplayıp annesinin anlatmadığı gördüğüm dünyayı ona anlatsam, renkleri, ışıkları, insan çehrelerini... Böyle diyorum da görmek yalnız gözlerle mi olur diye bir soru soruyorum kendime.. Bunca yoldur sadece binerken merdiveni çık otur diyen kadın, bir adama bakarak düğmeye bassana diyor, adam basıyor ve sağında solunda önünde olan adamlar hepsi birden ağmağa gence sarılıp kaldırıyorlar, merdivenleri akabinde otobüsten inmesine yardım ediyorlar.

Görmek için illa da gözler mi gerek düşüncesine dalıp kısa bir süreliğine karanlık düşüncelerimden kaçıyorum yol boyu..